BERCESTE VE İZAHI – 152–

BERCESTE VE İZAHI – 152–

​1. Beyit: Süleyman Çelebi
​Beytin İktibası
​الله آدڭ هر کیم اول آنا
هر ایشی آڭا ایده الله آڭا
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Allâh adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ede Allâh ana
​Süleyman Çelebi
​Eğer bir insan herhangi bir işe başlarken Allah’ın adını anarsa, Allah Teâlâ o kuluna her işi kolaylaştırır.

​İzah ve Şerh
​Bu beyit, Süleyman Çelebi’nin “Vesîletü’n-Necât” yani halk arasında bilinen adıyla Mevlid-i Şerif’inin giriş kısmında yer alan ve İslam medeniyetinin temel bir prensibini tasvir eden hikmetli bir mısradır. Beyitin merkezinde “Besmele” yani “Bismillahirrahmanirrahim” düsturu bulunmaktadır.
• ​”Allâh adın her kim ol evvel ana”: Mısra, bir işe teşebbüs eden kimsenin, her şeyden evvel Allah’ın ismini zikretmesi, O’nun adıyla başlaması gerektiğini ifade eder. Bu, sadece bir sözü tekrar etmek değil, aynı zamanda kişinin aczini ve fakrını idrak ederek, kudreti sonsuz olan Allah’a sığınması, O’ndan yardım talep etmesi manasına gelir. Bu, yapılan işin fani ve şahsi bir fiil olmaktan çıkıp, Allah’ın namıyla ilahi bir boyut kazanmasını temin eder.
• ​”Her işi âsân ede Allâh ana”: İkinci mısra, bu teslimiyetin ve başlangıcın neticesini haber verir. Allah’ın adıyla işe başlayan bir kula, Cenâb-ı Hak o işi kolaylaştırır, zorlukları ortadan kaldırır ve o işi bereketli kılar. Buradaki “âsân etmek” (kolaylaştırmak), sadece zahirî engellerin kalkması değil, aynı zamanda o işin neticesinin de hayırlı kılınmasıdır. Buna “Tevfîk-i İlâhî” yani ilahi muvaffakiyet denir.
​Bu beyit, “Besmelesiz başlanan her mühim işin sonu güdüktür, bereketsizdir” meâlindeki Hadîs-i Şerif’in edebi bir tefsiri gibidir.
​Makale: Kâinatın Anahtarı ve Her Hayrın Başı: Besmele
​Hayat, sonsuz bir faaliyetler silsilesidir. İnsan, nefes alıp vermekten en karmaşık sanat eserlerini vücuda getirmeye kadar daimî bir fiil halindedir. Ancak bu fiiller, hangi niyet ve hangi başlangıçla yapıldığına göre kıymet kazanır veya kaybeder. Kimi işler sahibine dünyada bir menfaat sağlasa da ahirette bir yük olur; kimi işler ise hem dünyayı imar eder hem de ebedî bir saadetin sermayesi haline gelir. Bu iki netice arasındaki en temel fark, işin başlangıcındaki “anahtar” kelimededir: Allah’ın adı. Süleyman Çelebi, asırlar ötesinden bu hakikati ne kadar sâde ve derin bir şekilde dile getirmiştir:
​Allâh adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ede Allâh ana

​Bu beyit, her işin başında “Bismillahirrahmanirrahim” demenin sadece bir adet olmadığını, aksine bir dünya görüşü, bir teslimiyet ve bir kuvvet kaynağı olduğunu ilan eder. Besmele çeken bir kul, “Ben bu işi kendi gücümle, kendi ilmimle değil, Kâinatın Sahibi olan Rahman ve Rahim Allah’ın namıyla, O’nun izni ve kuvvetiyle yapıyorum” demiş olur. Bu şuur, insanın enaniyetini kırar, onu kibirden muhafaza eder. Zira en büyük felaket, kişinin kendi nefsine dayanması ve gücünü kendinden bilmesidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, besmele “öyle bir define-i mübarekedir ki, senin hadsiz aczin ve fakrın, seni hadsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında seni en makbul bir şefaatçi yapar.” (Sözler, Birinci Söz, s. 17, RNK Neşriyat).
​Bir tohumun toprağa atılması, bir kalemin kâğıda dokunması, bir âlimin kitaba başlaması veya bir komutanın sefere çıkması… Bütün bu işler, Allah’ın adıyla başlandığında ibadet hükmüne geçer. O vakit, karıncanın ateşi söndürmek için su taşıması gibi, kulun cüz’i ve küçük kuvveti, Küllî ve Mutlak bir Kudret’in tecellisine mazhar olur. Engeller ortadan kalkar, zorluklar kolaylaşır ve netice bereketlenir. Çünkü işin sahibi artık o kul değil, kulun namına hareket ettiği Rabb’idir. Süleyman Çelebi’nin bu beyti, bize fani hayatımızı baki kılmanın, küçük amellerimizi büyük neticelere vesile etmenin ve her an Allah ile beraber olma şuurunu kazanmanın en basit ve en tesirli yolunu öğretmektedir.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Süleyman Çelebi’nin beytinden hareketle, bir işe Allah’ın adıyla (Besmele) başlamanın hikmetini ele almaktadır. Besmele’nin, insanın aczini itiraf edip ilahi kudrete sığınması anlamına geldiği, bu sayede en zor işlerin kolaylaştığı ve bereketlendiği vurgulanmaktadır. Bir işe Allah’ın adıyla başlamanın, o işi şahsi bir fiil olmaktan çıkarıp ibadet seviyesine yükselttiği ve insanın enaniyetini kırarak onu ilahi yardıma mazhar kıldığı anlatılmaktadır.

​2. Beyit: Alvarlı Muhammed Lutfi (Efe Hazretleri)
​Beytin İktibası
​بو داری بنم باشه دار ایلمه يا رب
اغيار المين كوكلمه بار ایلمه يا رب
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab
Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab
​Alvarlı Muhammed Lutfi
​Ey Rabbim! Bu dünya yurdunu benim başıma dar eyleme.
Ey Rabbim! Senin dostlarından başkasının elemini, derdini gönlüme yük etme.

​İzah ve Şerh
​Alvarlı Efe Hazretleri’nin bu niyaz dolu beyti, müminin dünya ve insanlarla olan alakasını düzenleyen iki temel dua ve talebi ihtiva eder. Beyit, hem zahirî (dış) hem de derûnî (iç) bir huzur arayışının ifadesidir.
• ​”Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab”: “Dâr” kelimesi yurt, ev, dünya manalarına gelir. Şair burada, imtihan yurdu olan dünyanın, çekilmez sıkıntılarla, musibetlerle ve zorluklarla kendisi için bir zindana dönüşmemesini Allah’tan niyaz etmektedir. Bu, maddi ve manevi ferahlık talebidir. Hayatın meşakkatleri karşısında sabır ve tahammül gücü istemektir.
• ​”Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab”: Bu mısra, duanın derûnî ve daha hassas olan kısmıdır. “Ağyâr”, kelime manasıyla “yabancılar, başkaları” demektir. Tasavvufi ıstılahta ise “mâsivâ” yani Allah’tan gayrı her şey, özellikle de Allah’ı unutturan, O’na yabancı olan insanlar ve meşgaleler için kullanılır. “Bâr etmek” ise yük etmek, ağırlık vermek demektir. Şair, “Yâ Rab! Senin dostların haricindeki insanların (ağyâr) kederini, onların sebep olduğu sıkıntıları kalbime bir yük yapma” diye dua etmektedir. Bu, kalbi mâsivâdan temizleme, gönlü sadece Allah ve O’nun sevdikleriyle meşgul etme arzusudur.
​Makale: Gönül Yurdunu Ağyârdan Muhafaza Etmek
​İnsanın biri zahirî, diğeri derûnî olmak üzere iki âlemi vardır. Zahirî âlemi “dünya yurdu” (dâr), derûnî âlemi ise “gönül”dür. Müminin saadeti, bu iki yurdun da selamet ve huzur içinde olmasına bağlıdır. Alvarlı Efe Hazretleri, bu hakikati bir dua kalıbında ne güzel tasvir etmiştir:
​Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab
Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab

​İlk mısra, insanın fıtratındaki bir ihtiyaca işaret eder: dünyada huzurla ve sıkıntısız bir hayat sürme arzusu. Zira dünya, ahiretin tarlasıdır ve bu tarlayı sürebilmek için asgari bir sükûnete ihtiyaç vardır. Dünya zindan kesildiğinde, kulluk vazifelerini ifa etmek de zorlaşır. Bu sebeple Allah’tan, dünya yurdunu geniş ve yaşanılır kılmasını istemek, meşru ve fıtrî bir duadır.
​Ancak beyitin ikinci mısrası, meselenin daha derin bir boyutuna, yani kalp selametine işaret eder. Dünya ne kadar geniş ve ferah olursa olsun, eğer insanın gönlü “ağyâr”ın, yani Allah’tan uzak olanların elemiyle, dedikodusuyla, hasediyle veya sevgisiyle işgal edilmişse, o geniş dünya kişiye dar gelir. Asıl zindan, başkalarının dertlerini kendine dert edinen, fani sevgililerin peşinde koşan, insanların ne diyeceğine Allah’ın ne diyeceğinden daha fazla ehemmiyet veren bir kalbe sahip olmaktır. Bu kalp, ağır bir yükün altındadır. Alvarlı Efe, bu yükten kurtulmak için Rabbine sığınır. Gönlünün, sadece Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin (yârân) sevgisiyle ve derdiyle meşgul olmasını diler. Çünkü Allah dostlarının elemi bile, kişiyi Allah’a yaklaştıran nurlu bir hüzündür. Ağyârın elemi ise insanı fıtrattan uzaklaştıran karanlık bir yüktür. Bu beyit, bize zahirî ferahlıkla beraber, asıl huzurun kalbi mâsivânın işgalinden kurtarıp sadece Sahib-i Hakikisine tahsis etmekle mümkün olacağını öğretir.
​Makalenin Özeti
​Makale, Alvarlı Efe’nin beytini merkez alarak, insanın hem zahirî (dünya) hem de derûnî (gönül) huzur arayışını tahlil etmektedir. Dünyevi sıkıntılardan kurtulma duasının meşru olduğu, ancak asıl ve kalıcı huzurun, kalbi “ağyâr”ın (Allah’tan gayrı her şeyin) elem ve meşgalelerinden arındırarak sadece Allah’a ve O’nun sevdiklerine hasretmekle mümkün olacağı fikri işlenmektedir. Gerçek özgürlüğün, gönlü fani yüklerden kurtarmak olduğu vurgulanır.

​3. Beyit: Bâkî
​Beytin İktibası
​منت خدايه دولت دنيا فنا بولور
باقی قالور صحيفهٔ عالمده آدمز
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız
​Bâkî
​Dünyadaki devlet, zenginlik, mutluluk bir gün yok olup gider.
(Ey Bâkî!) Allah’a şükürler olsun ki âlem sayfasında bizim adımız sonsuza kadar kalır.

​İzah ve Şerh
​”Sultânü’ş-Şuarâ” (Şairlerin Sultanı) olarak anılan Bâkî’nin bu beyti, onun sanatının ve dünya görüşünün bir özeti gibidir. Beyit, fani olan ile baki olan arasındaki zıtlık üzerine kurulmuş olup, şairin kendi mahlasıyla yaptığı tevriye sanatı ile zirveye ulaşmıştır.
• ​”Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur”: Şair, ilk mısrada dünyaya ait olan “devlet”in, yani zenginliğin, makamın, saltanatın ve her türlü maddi imkânın geçici olduğunu, bir gün mutlaka yok olacağını ifade ederek Allah’a şükretmektedir (“Minnet Hudâ’ya”). Bu, alışılmışın dışında bir bakış açısıdır. Genellikle insanlar varlık için şükrederken, Bâkî varlığın “fani oluşuna” şükretmektedir. Bu, onun dünyaya karşı olan müstağni tavrını ve derûnî bir idrak seviyesini gösterir.
• ​”Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız”: İkinci mısra, bu fani olana karşı kalıcı olanı koyar. “Sahîfe-i âlem”, dünya sayfası, yani tarih ve insanlığın hafızasıdır. Şair, bu fani dünyada her şey yok olup giderken, geriye bırakılan “iyi bir adın”, bir eserin, bir şöhretin kalıcı olacağını söyler. Burada “Bâkî” kelimesi hem “kalıcı, ebedî” manasına gelir, hem de şairin kendi mahlasıdır. Bu sanatla, “Benim adım (Bâkî), âlem sayfasında bâkî kalacaktır” diyerek hem kendi sanatının gücüne işaret eder hem de genel bir hakikati dile getirir.
​Makale: Fânî Devlete Karşı Bâkî Bir Nam
​İnsanoğlunun en büyük arzularından biri, ölümden sonra da hatırlanmak, yok olup gitmemektir. Bu “beka” arzusunu tatmin için kimileri Mısır firavunları gibi devasa mezarlar inşa etmiş, kimileri de büyük imparatorluklar kurarak adlarını tarihe yazdırmaya çalışmıştır. Servet biriktirmek, makam ve mevki peşinde koşmak, hep bu fani dünyada baki kalma arzusunun bir yansımasıdır. Ancak tarihin şahitliğiyle sabittir ki, nice sultanların saltanatı yıkılmış, nice zenginlerin serveti dağılmış ve nice güçlülerin namı unutulup gitmiştir. İşte bu noktada, Şairler Sultanı Bâkî, bizlere beka sırrının nerede saklı olduğunu gösteren hikmetli bir kapı aralar:
​Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız

​Bâkî, dünyanın geçici “devlet”ine aldanmamak gerektiğini, asıl olanın “âlem sayfasında” kalıcı bir iz, güzel bir isim bırakmak olduğunu söyler. Onun bu beyitteki şükrü, paradoksal bir hikmet ihtiva eder. Dünyevi servetin ve makamın fani olması, aslında bir ilahi lütuftur. Zira eğer bunlar kalıcı olsaydı, insanlar bütün gayelerini bu fani metalara bağlayacak ve ebedî olanı tamamen unutacaklardı. Onların fani oluşu, insanı daha kalıcı değerler aramaya sevk eder.
​Nedir o baki kalan “ad”? Bu sadece şöhret manasına gelmez. Bu, bir âlimin geride bıraktığı bir kitap, bir hayırseverin yaptırdığı bir çeşme, bir sanatkârın meydana getirdiği ölümsüz bir eser, bir annenin yetiştirdiği hayırlı bir evlat ve en nihayetinde, bir kulun Allah katında kazandığı “abd-i sâlih” (salih kul) unvanıdır. Bâkî, kendi şiirinin gücüyle adının tarihte kalacağına inanmakla beraber, aslında bütün insanlığa bir hedef göstermektedir: Ey insan, enerjini ve gayretini fani olacak şeyler için tüketme! Öyle bir hayat sür ki, sen bu âlemden göçüp gittikten sonra da adın hayırla, rahmetle ve takdirle anılsın. Zira Karun’un hazineleri toprak altında kalmış, ama bir Veysel Karânî’nin adı gönüllerde baki kalmıştır. İşte gerçek devlet ve bitmeyen saltanat budur.
​Makalenin Özeti
​Makale, Bâkî’nin beytinden yola çıkarak, insanın ölümsüzlük arayışını ve bu arayışın doğru hedefini tahlil etmektedir. Dünyevi zenginlik ve makam gibi geçici değerler (“devlet-i dünya”) yerine, tarihte ve insanların hafızasında kalıcı olan “iyi bir ad” bırakmanın ehemmiyeti üzerinde durulmaktadır. Beyitteki “dünyanın fani oluşuna şükretme” fikri, bunun insanı daha kalıcı ve manevi değerlere yönelten bir lütuf olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Gerçek kalıcılığın, eser, hayır ve güzel ahlak ile mümkün olduğu vurgulanmıştır.

​4. Beyit: Nâbî
​Beytin İktibası
​الهی مستقیم ايت خاطرم غيره تشوقدن
خم اولدی قامتم ارباب دنیایه تملقدن
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan
Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan
​Nâbî
​Ey Rabbim! Beni başka kapılarda süründürme, başkalarına yaltaklık etmek zorunda bırakma, zillete düşürme. Bana istikamet nasip et. Zira dünya ehline eğilmekten belim büküldü.

​İzah ve Şerh
​Hikemî şiirin (didaktik, öğretici şiir) en büyük ustalarından biri olan Nâbî, bu beytinde bir müminin sahip olması gereken en temel hasletlerden biri olan “istikamet” ve “izzet” mefhumlarını, bir pişmanlık ve dua ile dile getirmektedir.
• ​”İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan”: “Hâtır” kelimesi burada akıl, kalp, gönül manasındadır. “Müstakim etmek” dosdoğru kılmaktır. “Teşevvuk” ise şiddetli arzu ve heves duymaktır. “Gayr” ise Allah’tan başkası, yani mâsivâdır. Nâbî, “Allah’ım! Gönlümü, Senden başkasına heves etmekten, Senden başkasını arzulamaktan koru ve dosdoğru eyle” diye niyaz etmektedir. Bu, tevhîd-i kıble, yani yönünü, hedefini ve arzusunu sadece Allah’a çevirme talebidir.
• ​”Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan”: “Kâmet” boy, endam; “ham olmak” eğilmek, bükülmek demektir. “Erbâb-ı dünya” dünya ehli, yani makam ve servet sahipleridir. “Temelluk” ise yaltaklanmak, dalkavukluk etmektir. Şair, bu mısrada bir itirafta ve şikâyette bulunur: “Dünya sahiplerine yaltaklanmaktan, onların önünde eğilmekten boyum büküldü, izzetim zedelendi.” Bu, ilk mısradaki duanın sebebini açıklar. Kalp Allah’tan başkasına yönelince, beden de O’nun kullarına eğilmek zilletine düşer.
​Makale: İstikamet: Zilletten İzzete Giden Yol
​İnsanın şerefi ve izzeti, kime ve neye boyun eğdiğiyle doğrudan alakalıdır. Bütün kâinatın yaratıcısı olan, kudreti sonsuz Allah’a secde eden bir baş, artık hiçbir mahlûkun önünde eğilmez. Gönlünü sadece O’na bağlayan bir kalp, başkalarından bir beklenti içine girmez. Bu duruşun adı “istikamet”tir. İstikamet, sırat-ı müstakim, yani dosdoğru yol üzere olmaktır. Bu yolun yolcusu izzetlidir, onurludur. Yoldan sapanların akıbeti ise zillettir. Büyük şair Nâbî, bu hakikati kendi hayat tecrübesinin bir muhasebesi olarak acı bir dille ifade eder:
​İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan
Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan

​Nâbî’nin bu feryadı, sadece şahsi bir pişmanlık değil, aynı zamanda bütün bir insanlığa derstir. O, gönlün Allah’tan başkasına (“gayra”) arzu duymasının, insanı nasıl dünya ehline (“erbâb-ı dünya”) yaltaklanma zilletine düşürdüğünü acı bir tecrübeyle tasvir eder. “Kâmetin bükülmesi”, sadece fiziki bir eğilme değil, ruhun, şahsiyetin ve izzetin bükülmesidir. Menfaat umarak bir makam sahibini övmek, bir zenginin kapısını aşındırmak, haksızlık karşısında gücü olandan çekinerek susmak… Bütün bunlar, kalbin istikametini kaybetmesinin zahirî neticeleridir.
​Her gün namazlarımızda defalarca Fatiha Suresi’nde “Bizi dosdoğru yola ilet” (İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm) diye dua etmemizin hikmeti burada gizlidir. İstikamet, sadece ibadetlerde değil, fikirde, ahlakta, ticarette, sanatta, kısacası hayatın her alanında Allah’ın rızasını esas almaktır. Kim Rabbine karşı duruşunu müstakim kılarsa, Allah onu mahlûkatına karşı dik ve izzetli kılar. Kimin kalbi fani makamlara ve servetlere meylederse, onun boynu er ya da geç o fanilerin önünde bükülmeye mahkûmdur. Nâbî’nin bu beyti, bize izzetin anahtarının da zilletin sebebinin de kalpteki yönelişte saklı olduğunu ihtar eden ebedî bir levhadır.
​Makalenin Özeti
​Makale, Nâbî’nin beytini esas alarak “istikamet” ve “izzet” kavramlarını incelemektedir. Kalbin Allah’tan başkasına yönelmesinin, kişiyi kaçınılmaz olarak dünya ehline yaltaklanma zilletine düşüreceği fikri işlenmektedir. Nâbî’nin “belinin bükülmesi” ifadesinin, sadece fiziki bir eğilmeyi değil, şahsiyetin ve onurun zedelenmesini de anlattığı belirtilmektedir. Gerçek izzet ve şerefin, sadece Allah’a kulluk edip O’ndan başkasına gönül bağlamamakla, yani istikamet sahibi olmakla mümkün olduğu vurgulanmaktadır.

​5. Beyit: Sâ’ib-i Tebrîzî
​Beytin İktibası
​برق را در خرمن مردم تماشا کرده است
آنکه پندارد که حال مردم دنیا خوش است
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest
Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur
​Sâ’ib-i Tebrîzî
​Halkın harmanındaki ışıltıyı, alevi seyreden kişi, dünya halkının hâlinin hoş olduğunu, onların eğlendiğini zanneder. Oysa onlar harmandaki yangını söndürmek için uğraşıyorlar.

​İzah ve Şerh
​İran şiirinin ve “Sebk-i Hindî” (Hint üslubu) akımının en büyük temsilcilerinden olan Sâ’ib-i Tebrîzî, bu Farsça beytinde, hadiselerin zahirine bakarak aldanmanın tehlikesini ve empati (halden anlama) yoksunluğunu çarpıcı bir misalle anlatır.
• ​”Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest”: “Berk” şimşek, yıldırım; “hirmen” harman, yani hasat yığını; “merdum” ise halk, insanlar demektir. “Temâşâ kerden” ise seyretmek, izlemek manasındadır. Mısranın düz manası şöyledir: “(Birisi) halkın harmanına düşen yıldırımı (bir şenlik gibi) seyretmektedir.” Harman, köylünün bütün bir yıllık emeğidir. Oraya yıldırım düşmesi, büyük bir felakettir. Ancak uzaktan bakan biri, bu alevleri bir eğlence, bir ateş oyunu zannedebilir.
• ​”Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur”: “Pindâred” zanneder, sanır demektir. “Hâl-i merdum-i dünya” dünya insanlarının hali, “hoş” ise iyi, güzel demektir. Mısra, ilk mısradaki seyirciyi tanımlar: “Kim ki dünya insanlarının halinin iyi ve hoş olduğunu zanneder, (işte o, harmana düşen yıldırımı eğlence sanan kişi gibidir).”
​Şair, dünyanın zahirî parıltısının, şenliklerinin, koşuşturmasının ardında büyük acılar, dertler ve felaketler olabileceğini; insanların bu acıları dindirmek için çırpındığını, fakat dışarıdan bakan gafil bir nazarın bu çırpınışı bir eğlence veya normal bir hayat akışı olarak görebileceğini ifade eder.
​Makale: Başkalarının Yangınını Seyretmek
​Nazar, yani bakış, basit bir görme fiili değildir; aynı zamanda bir idrak ve mana verme biçimidir. Bir hadiseye nereden ve nasıl bakıldığı, o hadisenin mahiyetini anlama veya tamamen yanlış anlama neticesini doğurur. İnsanların hallerini, toplumların vaziyetini anlamak için de yüzeysel bir nazardan daha fazlasına, kalbî bir basirete ihtiyaç vardır. Aksi takdirde insan, başkalarının felaketini bir temaşa nesnesi haline getirme gafletine düşebilir. Sâ’ib-i Tebrîzî, bu derin hakikati bir çiftçinin harmanına düşen yıldırım misaliyle ne kadar dokunaklı bir şekilde gözler önüne serer:
​Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest
Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur

​Bu beyit, empati yoksunluğunun ve vurdumduymazlığın en edebi tenkitlerinden biridir. Bir yanda bütün bir senenin emeği, umudu olan harmanı yanan bir çiftçinin feryadı, çaresizliği ve yangını söndürme telaşı vardır. Diğer yanda ise bu yangından yükselen alevleri, uzaktan bir şenlik ateşi veya bir ışıltı zanneden gafil bir seyirci… Bu seyirci, “dünya ehlinin halinin hoş olduğunu zanneden” kişidir. O, haberlerde izlediği savaş görüntülerinin, istatistiklerde okuduğu açlık rakamlarının, yanından geçip gittiği dertli bir insanın içindeki fırtınaların hakikatini idrak edemez. Çünkü o, sadece zahire bakar. Gördüğü hareketliliği, canlılık ve eğlence zanneder. Hâlbuki o hareketlilik, çoğu zaman bir can pazarı, bir imdat çağrısıdır.
​Sâ’ib’in bu beyti, bize insanlara ve hadiselere yaklaşırken aceleci ve yüzeysel hükümler vermekten kaçınmamız gerektiğini ihtar eder. Bir insanın gülümsemesinin ardında ne büyük hüzünler saklanabileceğini, bir toplumun şatafatlı vitrinlerinin arkasında ne derin çürümeler olabileceğini düşünmeye davet eder. Bize düşen, başkalarının harmanındaki yangını seyretmek değil, o yangını söndürmek için bir kova su taşımaya gayret etmektir. Bu ise ancak “onun yerinde ben olsaydım” diyebilen, başkasının acısını kendi acısı gibi hissedebilen bir kalp ile mümkündür.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beytinden hareketle, olayların dış görünüşüne aldanarak verilen yüzeysel hükümleri ve empati yoksunluğunu eleştirmektedir. Başkalarının yaşadığı felaket ve acıların (“harmanaki yangın”), uzaktan bakan gafil bir göz tarafından bir eğlence veya normal bir durum olarak anlaşıbileceği tehlikesine dikkat çekilmektedir. Makale, insanlara ve toplumsal hadiselere yaklaşırken basiretli olmanın, zahirin ardındaki derûnî hakikati anlamaya çalışmanın ve başkalarının derdiyle dertlenmenin ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025